Demeter (Ceres)
Bu öykü, İ. Ö. sekizinci yüzyılın sonlarıyla yedinci yüzyılın başlarında yazılan bir hymnos'da anlatılmıştır. Yunan şiirinin içtenlik, yalınlık gibi özelliklerine bu öyküde bol bol rastlanır.
Demeter'in Persephone (Latince'de, Proserpina) adlı bir kızı vardı. Onu yitirince çok üzüldü Demeter, bütün armağanlarını topraktan çekip aldı. Yeşil, çiçekli toprak buzlarla kaplandı, donmuş bir bozkıra döndü.
Ölüler diyarının Tanrısı, evlenmek istedi. Fakat hiçbir diri kadın, isteyerek, yeraltına inmeyeceğini ve onun karanlık sarayına gitmeyeceğini bildiğinden, kadınsızlıktan kurtulmak için Hades, zorla Demeter'in güzel kızı Persephone (Kore)'yi kaçırmak istedi.
Attika bölgesinin ilkbaharı kadar latif olan bu genç bakire, güzel günler geldiği zaman her zamanki oyun arkadaşları olan Okeanos'un kızları ile beraber yeşil çayırlara çiçek toplamaya giderdi. Bir ilkbahar günü, çıplak ayaklı bu güzel bakireler, yüksek kayalardan dökülen suların serin tuttuğu çiçeklerle bezenmiş bir yere geldiler, orada açan çeşit çeşit renkli çiçekler bir İran halısı gibi onların önünde uzanıyordu. Kore, bu hoş yeri görünce hayret etti ve sevinçle:
"Haydi arkadaşlar bu güzel çiçeklerle eteklerimizi dolduralım, başlarımıza çelenkler örelim." diye bağırdı.
Bu sözleri söyleyince arkadaşlarından biri, koşarak zarif sepetler getirdi. Öteki kemerini çözdü, uzun kıvrımlı etekleri olan robunu fazla çiçek alması için serbest bıraktı, biri nergis çiçeğini topluyor, öteki menekşeyi, yahut haşhaş çiçeğini koparıyordu, kimi sümbülü tercih ediyor, kimisi horozibiği buluyordu. Fakat en çok sevilen ve bol bol toplanan güldü. Onunla beraber ıslak çayırlığın adı sanı olmayan binlerce çiçeği topluyor, eteklere, sepetlere dolduruyorlardı.
Kore'ye gelince, o safranları ve zambakları beğeniyor, onlardan topluyordu. Kızlar kelebekler gibi, neşe ile bir çiçekten öteki çiçeğe koşuyor ve böylece haberleri olmadan dağılıyorlar, birbirlerinden uzaklaşıyorlardı, bir aralık Kore kendisinin arkadaşlarından çok uzaklaştığını ve yalnız başına kaldığını anladı, görenlerin kalbini büyüleyen bu güzel bakire, birden bire yerden esrarlı bir bitkinin çıktığını ve çiçek açtığını gördü, bu çok güzel, çok latif bir nergis çiçeği idi, onun esrarlı, sarhoş edici bir kokusu, gözü çeken bir rengi vardı.
Demeter'in kızı önce bu çiçeği koparıp koparmamak hususunda tereddüde düştü ise de, az sonra koparmak arzusunu kalbinde daha şiddetle hissetti. Fakat nazik parmakları çiçeğe dokunur dokunmaz, birden bire toprak yarıldı ve dört yağız atın çektiği, yer altı diyarı Tanrısının siyah şarı oradan, o korkunç yarıktan çıktı. Hades, dizginleri gevşetmeden; Kore'yi belinin ortasından yakaladı, şarına aldı ve cehennemin yolunu tuttu. Neye uğradığını bilmeyen zavallı bakire, korkarak, titreyerek acı acı bağırıyordu. Ne ölmezler, ne de insanlar onun feryadını duydular. Hades, onu şarının üstünde cehennemin kapısına doğru kaçırırken Kore'ye sevgili annesinin, yahut Olympos'ta bulunan Tanrılardan birinin, gözüne ilişeceğini umarak, kendi kendini teselli ediyor ve sonsuz ıstırabını azaltmaya çalışıyordu.
Güneşin ışıkları ile gözleri kamaşan siyah atlar, güçlükle yol almaya başladıkları zaman, ölüler diyarının Tanrısı, elindeki üç dişli yaba ile yere şiddetle vurdu, yer sarsıldı ve zifiri karanlık bir yol açıldı. Hades'in arabası, baş aşağı karanlıklara daldı ve gözden kayboldu.
İşte tam bu sırada güneşten, ışıktan, çiçeklerden ayrılmak ve sonsuz karanlıklara dalmak üzere iken Kore, öyle keskin ve ümitsiz bir feryat kopardı ki, denizlerin en derin yerlerinden, dağların en yüksek tepelerine kadar her yerde o ses inledi.
Demeter, kızının sesini tanıdı ve heyecanla titredi, kalbi sonsuz bir kederle doldu. Teessüründen saçlarını yoldu, kurdelelerini kopardı ve omuzlarına uzun bir matem tülü attı. Yaralı bir kuş gibi Olympos'un tepesinden yeryüzüne süzülerek dağlarda, tepelerde; verimli vadilerde, tuzlu denizlerde, kaybolan kızını aramaya başladı, fakat gerek Tanrılar ve gerekse fani mahlûklardan hiçbirisi, kızını kapıp kaçıranın kim olduğunu, kendisine söylemek istemediler. Kızının akıbeti hakkında, onu teselli bile etmediler. Tam dokuz gün, dokuz gece muhterem ve aziz Demeter, elinde tutuşmuş büyük meşalelerle dağları, dereleri, güneşin ışığını gönderemediği kuytu vadileri, karanlık uçurumların dibini, yıldızların parıltısını göremeyen sık ormanların içlerini, mehtabın ne olduğunu bilmeyen derin mağaraları aradı durdu, ağzına ambrosia da koymadı, nektar da.
Onuncu gün, şafak sökerken Hekate'ye yaklaşmaya muvaffak oldu. Hekate ona dedi ki;
- "Sayın Demeter; kızının acı feryadını ben de duydum. Fakat Kore'yi kimin kaçırdığını ve kalbinin üstüne titrediği o aziz varlığın nerede bulunduğunu söyleyemeyeceğim."
Kederden bitkin bir hale gelen Demeter, bu sözleri, karşılık vermeden dinledi ve Hekate ile beraber araştırmalarına devam etti, ikisi de yol alarak, güneşin muhteşem sarayının duvarları dibine geldiler ve onun yüksek altın kapılarından içeri girdiler.
Her şeyi gören ve gözünden kaçmayan güneşin, Kore'nin başına gelen felaketi görmüş olduğunu umuyorlardı. Mustarip annenin birbiri üstüne sorduğu sorulara güneş şöyle karşılık verdi:
"Demeter, kalbini yakan ıstırap ateşini biliyorum. Duyduğun sonsuz kederin büyüklüğünü anlıyor ve bundan ötürü sana acıyorum. Ne yazık ki, senin felaketine Hades sebep olmuştur. Çünkü o, senin kızını, beğendi ve kaçırdı. Baş Tanrı Zeus'da, onun kendi kardeşi olan cehennemler Tanrısının karısı olmasına müsaade etti. Artık senin güzel kızının, yüzünü hiçbirimiz göremeyeceğiz. Artık o, bundan sonra Persephone adını alarak daima cehennemlerde kalacak, Cehennemler Kraliçesi olacaktır. İşte Baş Tanrının takdiri budur."
Bu korkunç ve mahvedici haberi alınca zavallı anne müthiş bir kederin altında ezildi, kalbi burkuldu, dünyada hiçbir kimse onun kadar acı duymazdı, ne ölmezlerden, ne de fani insanlardan hiçbir ananın, duyduğu ıstırap onun ıstırabına eşit olmazdı. Zavallı anne çıldırmışa döndü. Tanrıların en büyüğü Zeus'a kızdı, bir annenin ıstırabına kulaklarını tıkayan, kalbini sağır eden bir vicdansızın hükmü altında bulunan Olympos'ta Tanrı olarak dahi yaşamak istemedi. Kızını ebedi olarak kendisinden ayırtan kalpsiz Zeus'un yüzünü görmemek için Tanrıçalıktan çıktı, yırtık pırtık elbiselerle, kederden harap olmuş, beli bükülmüş, saçları ağarmış, yüzünde kırışmadık yer kalmamış ihtiyar bir kadın kılığına girdi. Yeryüzüne indi, kırları, şehirleri dolaşmaya başladı.
Sayısız yerler gezdikten sonra, bir gün Eleusis'e ulaştı. Yorgunluktan bitkin, harap bir halde, taşlı bir yolun kenarına oturdu, ağlamaya başladı. Bu sırada heybesi palamut dolu, sırtında kuru dallar bulunan ihtiyar bir adam oradan geçiyordu. Onun kızı iki keçiyi sürerek babasının arkandan geliyordu. Küçük kız, kimsesiz ve perişan kıyafetli kadını görünce:
"Anne, dedi burada ne yapıyorsunuz, kimsesiz olduğunuz ve bir ocak başından ayrı bulunduğunuz için ağlamayın, babamın küçük kulübesi, sizin için açıktır. Gelin gidelim, eğer bizim mütevazı çatımızın altına başınızı sokarsanız, uzun zaman sizi daha iyi misafir edecek bir kimseyi aramak istemezsiniz."
İhtiyar da kızının ricalarına, kendi istirhamlarını kattı, fakat "anne" diye çağırıldığı için kalbi kanayan, büsbütün kederlenen Demeter, sadece şunları söyledi:
"Muhterem ihtiyar, hayatta daha uzun zaman kalabilecek ve tatlı "baba" lakabını birçok yıllar taşıyabilecek misin? Bana gelince, yaşamanın bütün zevkini kaybettim. Benim için hayat artık manasız bir şeydir ve dünyada hiçbir şey, beni teselli edemez, hiçbir el, kalbimdeki yarayı saramaz."
Bunları söyledi ve tekrar hıçkırdı. Kederlilerin kalplerinin yağmuru olan sıcak gözyaşları, onun ıstıraptan buruşmuş yanaklarından aşağı yuvarlandılar, bu zavallı kadının derdi, ağlaması ona dokundu, kız da, babası da, ağlamaya başladılar, sonra ona:
"Gözyaşlarına sebep olan, aziz bir varlığı mı kaybettiniz. Fakat metin ol, kalk, bizim fakir kulübemize gelmeye tenezzül et, bizimle beraber gel, biz de fakiriz, bizim de kalbimizde yaralarımız vardır. Gözyaşları bize daha çok dokunur, çünkü ıstırabın ne olduğunu biz daha iyi biliriz" diye yalvardılar. Bunun üzerine Demeter, oturduğu taşın üzerinden kalkarak:
"Peki, dedi, beni götürünüz, çünkü siz, benim kalbimi kuvvetlendirecek, bana iman verecek sözleri söyleyebildiniz."
Fakat kederli Demeter, mütevazı kulübenin kerpiçten yapılmış eşiğini aşar aşmaz içeride, her köşede, keder ve ıstırap sahneleri ile karşılaştı. Bu fakir evciğin hanımının en son doğurduğu Triptolemos, ölmek üzere bulunuyordu. Kendisini kıvrandıran, dayanılmaz acılar, ona bir an için olsun dinlenmek imkanı vermiyordu; onun feryatları devamlı, kederleri sonsuzda, hiç kimse zavallının kurtulacağını ummuyordu.
Büyük Tanrıça bu küçük çocuğu kolları arasına aldı, alnından öptü, acılarını uyuşturmak için, haşhaş tohumu suyunu ılık keçi sütüne karıştırarak ona içirdi. Ellerini üç defa okşadı ve üç defa sihirli sözler tekrarladı. Solgunluğunun azaldığını ve küçük ağzında, memnunluk tebessümünün belirdiğini görünce, zayıf ve ateşli vücudunu ocağa yaklaştırdı, anne misafir kadının bu hareketini görünce çocuğu yanar diye korktu ve birden bire:
"Alçak kadın, ne yapıyorsun, diye bağırarak onun üstüne atıldı ve çocuğu Demeter'in kolları arasından aldı, ateşten uzaklaştırdı."
Bunun üzerine Demeter, ihtiyar kadın şeklinden çıkarak tekrar Tanrı şekline girdi. O zaman yüzünde göz kamaştırıcı ilahi bir güzellik parlamaya, başına örttüğü tülden hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. Vücudundan çıkan nur, küçük kulübenin içini aydınlatıyordu.
Demeter, sükûnetle, hanım dedi, oğluna ölmezlik vasfı verecek, onu sonsuz hayata kavuşturacaktım, fakat sen istemedin. Bu yüzden onun da fani bir insan gibi hayatı sayılı günlere bağlı kalacaktır. Bununla beraber bana karşı gösterdiğiniz misafirperverlikten ötürü, çocuğunuz iyi olacaktır. O büyüyünce, insanlar arasında parmakla gösterilecek meşhur bir kişi olacaktır. Onun adı unutulmayacaktır. Çünkü ilk defa Yunanlılara tarla sürmeyi, ekin ekmeyi, harman dövmeyi, yabani meyvelerle değil, ekmekle beslenmeyi o öğretecektir. Bundan başka, burada benim için muhteşem bir tapınak yapılmasını istiyorum. Orada büyük bir rahip bulunacak ve o rahip yanına gelen fanilere, benim kendisine ihram edeceğim "Mysteres= sırları" bildirebilecektir. O zaman insanlar artık ölümden korkmayacaklardır. Çünkü onlar, sonsuzluğun mutluluğunu sağlayan sırları öğrenmiş olacaklardır.
Bunları söylerken muhterem Demeter, misafir bulunduğu fakir kulübeyi terk etti. Kalbinde bulunan ve bir türlü dinmeyen manevi yaraların, kederlerin acısını daha derinden duyarak, kızını bulmak arzusu ile daha çok yanarak, geldi kendisi için inşa edilecek mabedin arsasına sığındı.
Çok eskiden gelmiş olan Yunan şairleri Demeter efsanesinin bu kısmını biraz başka türlü anlatmaktadırlar.
Onların ifadesine göre Tanrıça Demeter, rüzgarların dolaştığı, renk renk çiçeklerin açıldığı güzel Eleusis'e geldiği zaman yorgunluktan bitkin bir halde Parthenios kuyuları yanında bir zeytin ağacının gölgesine oturmuştu.
Keleos'un kızları babalarının sarayına götürmek üzere tunç testilerini doldurmak için, kuyu başına geldikleri zaman talihsiz ve garip kadını orada görmüşler ve kendisine;
- "İhtiyar kadın, nereden geliyorsun", diye sormuşlardı; "Neden şehirden uzaklaşıyorsun; orada gölgeli saraylarımızda, senin yaşında hizmetçi kadınlar vardır. Onlar seni şefkatle ve iyi karşılayacaklardır."
Kendini tanıtmak istemeyen Demeter, şöyle karşılık verdi:
- "Denizin geniş sırtından taşınarak 'Girit' adasından geliyorum. Alçak korsanlar beni kaptılar, kaçırdılar. Onlar akşam yemeklerini yemekle meşgulken, ben sahil boyunca yürüyerek, karanlıklara bürünen karaların yolunu tuttum ve onların elinden kurtuldum. Yorucu seyahatlerden sonra, buralara geldim. Buraların hangi memleket olduğunu bilemediğim gibi, insanların da kim olduklarını tanımıyorum. Kızlar, bana acıyın, beni alın, bana yardım edin. Çünkü ben, tam manası ile kimsesiz ve garibim, size asla yük olmam, beni evinde barındıracak olanların, işlerini seve seve yaparım, çocuk bakımını, ev bark düzenlemesini bilirim."
İyilik seven ve temiz kalpli Metanire, kızlarına dedi ki:
"Haydi, gidiniz o bahtsız kadını bulunuz, sizinle beraber gelmesi için ona rica ediniz, onu ben yanıma alacağım, ona iyi bir ücret vereceğim"
Bunun üzerine Keleos'un kızları genç dişi geyik yavruları gibi, çeşmeye giden yolda koşmaya başladılar, yeniden Demeter'e yaklaştılar, annelerinin yanına gelmesi için ona yalvardılar. Büyük Tanrıça kalktı, başı bir tülle örtülmüş olduğu halde, onlarla beraber yürüdü, biraz sonra Keleos'un sarayına geldiler. Metanire'yi orada, kapının yanında, sütunların dibine oturmuş buldular. Kucağında, en son doğurduğu çocuğu bulunuyordu.
Demeter, misafirlerini sevinerek kabul eden bu evin eşiğinden içeri adımını atar atmaz, sarayın içi aydınlandı, onun vücudunu baştan aşağı örten mavi tüller bir anda nur saçmaya başladı. Metanire, hürmetle karışık bir korku hissetti, ayağa kalktı, kendi oturduğu sandalyeyi Tanrıçaya verdi. Fakat yaslı anne kalbinin üzüntüleri ile ihtihza eder gibi parlayan yaldızlı sandalyeye oturmak istemedi, sessiz, hareketsiz kaldı ve ıstırabını düşünmeye başladı. O kızların en genci olan İambe kendisine kuzu postu ile örtülmüş basit bir sandalye getirinceye kadar ayakta kaldı. Mütevazı sandalyeye oturan Tanrıça, iki eli ile tülünü mütemadiyen gözlerinin üstünde tutuyordu. Istırabından konuşamayan ve hiç ses çıkarmayan Demeter, kendisine takdim edilen yiyecek ve içeceği el işaretiyle reddediyordu. Fakat iyi kalpli ve uslu İambe'nın ısrarına ve yalvarmasına dayanamadı. İçinde arpa unu ile dövülmüş nane bulunan sudan bir miktar içti. Tarlalarda çalışan rençberleri arpa suyu serinletir, tapınılırken kutsal kupadan arpa suyu içilirdi.
Nihayet Metanire:
"Selam sana, ey yabancı", dedi; "Tanrılara şükür ki seni bizim zengin sarayımıza gönderdiler, bizim nemiz varsa senindir. Eğer şu küçük çocuğumun sütannesi olursan ne mutlu; dünyaya getirmekte geç kaldığım, bu yavrucak senin himmetin ve gayretinle büyüyüp delikanlı olduğu zaman, seni unutmayacak, emeklerini mükâfatlandıracaktır."
Demeter:
"Ben de seni selamlarım" diye cevap verdi, "senin çocuğuna bakmak vazifesini üstüme alıyorum, arzu ettiğin gibi onu yetiştireceğim, bunun için müsterih ol."
Bunları söyler söylemez, Demeter, çocuğu aldı, güzel kokulu göğsüne bastırdı, o günden sonra çocuk bir Tanrı gibi büyümeye başladı. Demophoon ne meme emdi, ne de yemek yedi. Misafir Tanrıça onu Tanrıların azığı olan, Ambrosia ile besledi. Onu nefesi ile ısıtyor, canlandırıyor, kolları üstünde sallıyordu.
Geceleyin annesi babası yanından ayrılınca, onu bir kor parçası gibi yanan ateşin içine atıyor, orada saklıyordu. Amacı ona, ölümsüzlük, sonsuz gençlik vermekti.
Ama anne, bilinmeyen bir sebepten ötürü tedirgindi; bir gece Demeter'i gözetledi, oğlunun ateşe yatırıldığını görünce onun alevler içinde yanacağını sanarak müthiş korktu, çığlıklar atarak odaya girdi. Tanrıça çok kızdı bu olaya, çocuğu ocağın içinden çıkardı, tuttuğu gibi yere fırlattı, bu hadiseden sonra artık çocukla meşgul olmadı. İhtiyarlıktan, ölümden kurtarmak istemişti onu.
"İstiyordum ki, oğlunu, ihtiyarlığın ve ölümün ötesine götüreyim, istiyordum ki, o ölmez bir varlık olsun, fakat sen; bunu istemedin, bu yüzden o da fani insanlar gibi eceli gelince ölecektir. Fakat çocuğun bir Tanrıçanın dizlerine oturmak, kolları arasında uyumak şerefini kazandığı için ölmez bir nam kazanacaktır. Onun kendisi ölecek, fakat namı ölmeyecektir. Dünya durdukça oğlundan bahsedecektir.
Çünkü ben Tanrıların ve insanların saydıkları, sevdikleri büyük, ünlü Tanrıça Demeter'im. İstiyorum ki bütün bu diyarın insanları şuradan pek uzak olmayan bir yerde benim için bir tapınak yapsınlar, onun yüksek duvarları, büyük mihrabı bulunsun, istiyorum ki, senin oğlun, o mabedin rahibi olsun."
Ansızın görünüşünü değiştirdi Demeter, tanrıça olduğunu göstermek istiyordu artık. Her yanından güzellik aktı, bütün evi ışıltılar kapladı. Tüllerinden güzel bir koku etrafa yayıldı. Bukleli kumral saçları, beyaz omuzlarına döküldü. Şimşek çaktığı zaman her yer birden bire aydınlanırsa öylece sarayın içi, birden bire sönmeyen parlak bir nurla doldu. Ardından Demeter, Keleos'un sarayını terk etti.
Metaneira'nın dili tutulmuştu, tepeden tırnağa titriyordu. Ertesi sabah olayı kocasına anlattı; kocası da tanrıçanın dileğini şehirlilere bildirdi. Vakit geçmeden bir tapınak kurdular; Demeter'de Olympos'u bütün bütüne bırakıp tek başına o tapınağa geldi, günlerini kızının özlemiyle geçirmeye başladı. Kızını düşünerek ağlamaya, sızlanmaya devam etti. O, orada kızını bekleyecek onun hasreti ile yanıp yıkılacaktı.
Fakat kızını kaybettiği için, deli divane olan, kendini sonsuz kedere kaptıran Demeter'in görevleri vardı. Buğday tarlalarını yetiştiren, meyveleri olgunlaştıran, o idi. Kendi gönlüne kapanan, yalnız kızını düşünen, Zeus'a darılan Demeter, vazifesini yapmadığı için tarlalar mahsûl vermedi, boş yere güçlü öküzler, sapanları sürükleyerek tarlaların göğsünü yardı, boşu boşuna çiftçiler, tohumlarını saçtılar. Toprağın nankörlüğü tutmuştu. Karıncalar gölgesinde barınmak için küçük bir ot parçası bulamıyorlardı. Hiçbir şey yeşermedi, hiçbir şey yetişmedi.
Ateş saçan güneş toprağın rutubetini uçuruyor, dünyayı bir çöle çeviriyordu. Çeşmeler kurumuş, kuyular çekilmiş, kaynaklar soğutulmuştu. Irmakların yataklarında kumlardan başka bir şey görünmüyordu.
Ağaçlar, yapraklarını dökmüş, kışa girmiş gibi somurtmuşlardı, dünyada müthiş bir kıtlık hüküm sürmeye başlamıştı.
Bütün insan soyu açlıktan öleceğe benziyordu. Eğer Zeus durumdan müteessir olup da, işe müdahale etmeseydi, bütün insanlar ve hayvanlar mahvolacaktı. Açlıktan sızlanan, insanların yakarışları, yalvarışları, baş tanrının kalbine dokundu. Habercisi İris'i, Demeter'in yanına gönderdi. Fakat Zeus'a dargın olan Tanrıça onun habercisinin ricalarını inatla reddetti ve böylece Olympos'un Ulu Tanrısının emirlerine bile kulaklarını tıkadı. Yalnız şunları söyleyebildi;
"Tatlı bakışlı kızını bulmadan ve bunu görmeden, Demeter, Olympos'a vazifesi başına dönmeyecek ve tarlalarda buğday yetişmeyecek."
Zeus, tek çarenin kardeşi Hades'i kandırmak olduğunu anladı. Hermes'i yeraltına göndererek insanlara acımasını ve Persephone'nin Demeter'e geri verilmesini diledi.
Hermes, Persephone ile ölüler kralını yan yana oturur buldu. Annesini özlediğinden olacak, Persephone de iyice süzülmüştü. Hermes'in sözlerini duyunca sevinçle ayağa fırladı, hemen gitmek istedi. Kocası, Zeus'un buyruğunu yerine getirmek gerektiğini biliyordu.
Ölüler diyarının kudretli hükümdarı, kara kaşlı, kara saçlı, Hades, karısının dünya yüzünde çok kalmadan kendisine iade edilmesi şartı ile, Zeus'un emrini kabul etti. Şartı unutulur da karısı geri dönmez endişesine kapılan Hades, Persephone'ye giderken ona kendisini unutmamasını söyledi, yeraltına tekrar dönmesini sağlamak için de bir nar tanesi yedirdi ve onu kendi muhteşem şarına bindirerek Hermes'in nezaretinde annesine yolladı.
Hermes, altın arabanın dizginlerini tutup da kara atları Demeter'in tapınağına bir sürdü, bir sürdü ki... Anneyle kızın kavuşmaları görülecek bir şeydi. Kucaklaştılar, öpüştüler, oturup bütün gün başlarında geçen olayları anlattılar birbirlerine. Demeter, nar tanesini duyunca Yer altı Tanrısının ettiklerini, kızının yine ona gideceğini anladı.
Zeus bir başka haberciyi, kendi öz anası Rhea'yı, tanrıların en yaşlısını, Demeter'e yolladı. Olympos'dan çorak, yapraksız toprağa indi Rhea, tapınağın kapısına dikilip Demeter'e seslendi:
"Gel kızım, uzakları gören, gökleri gürleten Zeus seni istiyor çünkü. Gel yine tanrılar ülkesine saygı göreceksin, istediklerin olacak, acılarını dindirecek kızım, yıl bitip de acı kış sona erince. Yılın üçte birinde karanlıklar ülkesi tutacak onu. Üçte ikisi senin yanında olacak, senin ve mutlu tanrıların. Barış artık. Yalnız senin verebileceğin hayatı ver insanlara."
Demeter karşı koymadı bu dileğe. Yılın dört ayında Persephone'yi ölüler ülkesine göndermeyi kabul etti. İnsanların kendisine "İyi Tanrıça" dediklerini düşündü, yaptıklarından, getirdiği kıtlıktan bir utandı, bir utandı ki... Tarlaları, köyleri, kasabaları, şehirleri meyvelere boğdu. Parlak çiçekler, yemyeşil ağaçlar açtırdı. Eleusis'den Triptolemos adlı birini seçti, onun aracılığıyla insanlara ekin ekmesini öğretti, esrarlı törenlerde neler yapılması gerektiğini söyledi. O törenlere katılanlar dillerini tutacak, ama mutluluk içinde yaşayacaklardı.
"Kokulu Eleusis'in tanrıçası, toprağın iyi armağanlarını veren, bana da, bana da ver, ey Demeter. Persephone, güzel kız, Kızların en sevimlisi, Sana sunuyorum bu şarkımı."
Demeter ile Persephone'nin öyküsünde acı, üzüntü çok önemli bir yer tutmaktadır. Kızını her yıl öldüğünü gören Demeter, sonsuz bir acı içindeydi. Persephone ayağını kuru, çorak topraklara basınca bahar gelir, her yanda çiçekler açardı. Sappho şöyle yazar:
"Çiçekli baharın adımlarını duydum...
Persephone'nin adımları."
O adımların toprağa neler getirdiğini bilirdi Persephone, ama sonunda kendisini yine soğuk ölümün beklediğini de bilirdi. Karanlıklar ülkesinin kralı onu arabasına atıp da yeraltına taşıdığında bütün sevinci uçup giderdi.
Persephone'nin, bu güzel kızın oturduğu altın taht Tartaros, denilen ve dibi yoklanmayacak kadar derin olan uçurumun tam ortasında bulunurdu. Bu güzel efsaneden Kore'nin, her baharda çıkan, her sonbaharda solup kaybolan nebatatın bir timsali olduğunu anlamak çok kolaydır.
Demeter, temsil ettiği toprağın verimli olduğunu anlamak için gürbüz bir kadın şeklinde tasavvur edilir, elinde bir orak, öbüründe, bir demet bulunur, başı başaklardan yapılmış bir çelenk ile süslenmiştir. Bazen elinde bir meşale taşır, bu meşale kaybolan kızını aramasının sembolik bir hatırasıdır.
Olymposlular "mutlu tanrılar"dı, "ölümsüz tanrılar"dı. Ölümlü kişilerle aralarında büyük bir uçurum vardı. Ama ölüm saati gelip çattığı zaman insanlar, acı çeken tanrıçayla ölen tanrıçayı daha bir anlarlar, daha bir severlerdi.
Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik Can, ve
"Lost Library" sitesinden yararlanılmıştır.