Yunan Mitolojisi
Grek dininin en eski hali, Yunanistan'ın Hellenler tarafından fethedildiği dönemlere kadar uzanır. Bu dönemde büyü sihir unsurlarının daha derinlemesine duygularla temellendirilmiş inançlar hüküm sürmektedir.
Tanrı her yerde hazırdı, onun insan biçimindeki zuhuru özel bir görünümdü. Yunanlı önce Sitesinin koruyucu tanrısını Polias'ı tanırdı; gündelik yaşamında ailesini ve geçim koşullarını koruyan bir dizi ikincil tanrılar, cinler ve perilerle çevrilmişti, ocak tanrısı, çoban tanrısı , çevre tanrısı ve diğerleri.
İlkel inançlarla şekillenen bu dinin, Homeros gibi edebiyat unsurlarının, hayal gücünden çıkmış tanrılara hiç benzemeyen esrarengiz ve "kimliksiz" kudretlerine karşı duyulan sevgi ve korku daha büyüktü .
Homeros destanlarının halk arasında yayılması üzerine, daha önceleri devlet tanrıları aşamasına yükselmiş olan Olympos Tanrıları halk tarafından da benimsenmeğe başlanmaktadır. Bu dönemde Olympos Tanrıları destan ya da lirik edebiyatta tanımlandığından başka türlü düşünülemez olmuş, bu görüşün sonunda "antropomorfizm" bir adım daha ileri gitmiştir . Fetişizme dayanan bazı bölgesel kültler, Olympos Tanrıları üzerinde etkilerde bulunmakla beraber, yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.
İlyada ve Odisse de yunanlıların inandıkları Tanrılar ve Tanrıçalar; efsaneleri ve özellikleri ile biliniyor, tanınıyordu. Fakat bu efsaneleri anlatan şair Homeros Tanrıların geçmişlerini ve nereden çıktıklarını hiç anlatmamıştır. O sadece Zeus'un Kronos'un oğlu olduğunu, Okeanos ile karısı Thetis'in bütün Tanrıların ve varlıkların sahibi olduğundan bahseder. Sonraları Yunanlılar inandıkları Tanrıların tarihlerini, onların nasıl ve nereden çıktıklarını aramaya başladılar. Eski Yunanlıların öğrenmek istedikleri ilk şey "Dünyanın yaradılışı" meselesidir. Onlar yerin, göğün, denizin, ışığın, suyun, havanın nasıl yaratıldığını bilmek istiyorlardı. Yeterli bilgileri olmadığından bütün bu şeyleri ve diğer tabiat olaylarını canlı birer varlık gibi hayal ederek, incelemeye koyuldular. Yeri, göğü, suları birer tanrı saydılar. Onlara kendi kafalarında birer insan şekli verdiler.
Eski Yunanlılar, yeryüzünün yepyeni olduğu, daha kesin biçimini almadığı döneme Khaos adını takmışlardı. Khaos kelimesi büyük bir karmaşayı anlatmak için kullanılır, ve eski Yunanlılarda yeryüzünün ilk halini bir karmaşa, karışıklık olarak görüyorlardı. Efsanevi Tanrılar, işte bu el değmemiş karmaşık toprağa bir düzen getiriyorlardı.
Antropomorfizm'in ilerlemesi ve tanrıların başlı başına varlıklar haline gelmesi bunların doğal ve kaba bir güç olmayıp dünya düzeninin kurucusu ve insan topluluklarının esenlik ve mutluluğunun kefili oldukları görüşünü ortaya atmıştır. İşte bu suretle insanlarla tanrılar arasındaki ilişkilerde ahlak ölçüsü büyük rol oynamaya başlamıştır. Bu dönemde, kişilerin ve toplumların temiz olmaları, kanla lekelenmemeleri istenmekte, tanrıların kızgınlığı herhangi bir şekilde kendini gösterdikçe bunun nedeni araştırılmaktadır. Tanrıların ahlak prensiplerinin ve hakkın koruyucusu olduğu görüşünü en açık olarak Apollon'da buluyoruz. Bu tanrı, yeraltı ejderi Piton'u öldürdüğü için çile çıkarmakta ve Admetos'un hayvan sürülerini otlatmaktadır. Delphoi'daki tapınağında tanrı kendilerini kanla lekelemiş olanlara elini uzatmakta, bunların pişmanlık getirip kendi vicdanları ve toplumla uzlaşmalarını kolaylaştırmaktadır. İşte bütün bu görüşlerin bir sonucu olarak din törenlerinde görülen bazı ilkel adetler, mesela insan kurban etme adeti Yunan dünyasının hemen hemen her tarafında ortadan kalkmış, bunun yerine birtakım sembolik törenler geçmiştir . Zamanla, din görevlilerinin yetki alanları artmış böylece devlet içinde ikinci bir güç ortaya çıkmıştır. Bu Yunan şehir devletleri bakımından olumsuz sonuçlar alınmasını doğurmuştur (Pers Harpleri'nde olduğu gibi) .
Eski Yunan'da ölümsüz tanrıların pek faydalı yaratıklar olduğuna inanılmazdı. Zeus, korkunç şimşeğini düşüncesizce kullanan, genç kızların peşine düşen bir tanrıydı; Ares, savaştan, kan dökülmesinden hoşlanırdı; Hera, kıskanç olmayagörsün, adalet diye bir şey tanımazdı; Athena da çarpışmaları severdi; Aphrodite tuzak kurmakta, ağını atmakta pek ustaydı doğrusu. Yakışıklı, güzel tanrılardı bunlar; serüvenleri de keyifle dinlenirdi; ama zararlı olmadıkları zamanlarda bile çekilmez güvenilmezlerdi. Bu açıdan ele alınınca ötekilerden ayrılan iki tanrı vardı; insanoğlunun en iyi arkadaşıydı onlar: Kronos ile Rhea'nın kızları, Bereket, Başak Tanrıçası DEMETER (CERES) ile Şarap Tanrısı DIONYSOS (BACCHUS). Demeter, Dionysos'tan daha yaşlıydı; insanoğlunun üzümden önce buğday yetiştirmiş olmasına bağlanabilir bu. Bolluk, bereket saçan ölümsüzün, tanrı değil de tanrıça olması akla yakındır. Erkekler avda ya da savaştayken tarlalarda kadınlar çalışırdı; bir tanrıça o kadınların duygularını, yaptıkları işleri bir tanrıdan daha iyi anlayabilirdi. Kadınlar da bir tanrıçayı daha iyi anlayabilirlerdi.
Demeter'e adanılan bayram, hasat zamanında yapılırdı. Önceleri, tören son derece basitti: yeni buğdaydan pişirilen ilk ekmek bölünerek, tanrıçaya dualar edilerek yenilirdi. Bu gösterişsiz tören daha sonra esrarlı bir tapınma haline gelmiştir. Büyük bayram beş yılda bir Eylül ayına gelir, dokuz gün sürerdi. O kutsal günlerde bütün işler bırakılır, şarkılar söylenir, oyunlar oynanırdı. Birçok yazar o şenlikleri anlatmıştır; ama tapınakta yapılan asıl tören hakkında hiçbir bilgimiz yoktur, çünkü törene katılanlar kimseye bir şey anlatmamak üzerine yemin ederlerdi.
Büyük tapınak, Athenai yakınlarında küçük bir şehir olan Eleusis'deydi. Orada yapılan törenler, Yunan dünyasında olduğu kadar Latin dünyasında da saygıyla anılmıştır. İsa'dan önceki yüzyılda Cicero şöyle yazmıştır: "Bu esrarlı törenlerden yüce bir şey yoktur. Davranışlarımızı güzelleştirmiş, geleneklerimizi yumuşatmıştır onlar; yabanlıktan gerçek insanlığa geçmemizi sağlamıştır. Bize, mutluluk içinde yaşamayı değil, iyi bir umutla ölmeyi de öğretmiştir."
Nasıl olmuşsa olmuş, Asma ve Şarap tanrısı Dionysos bir yolunu bularak Eleusis'e girip Demeter'in yanında yer almıştır. Ama garipsenecek bir olay değildir bu; iki ölümsüzde, insanların günlük yaşayışlarının bir parçasıydı. Şarabın içilmesi de, ekmeğin bölünmesi kadar önemliydi insanlar için. Üzümler, suları sıkılmaya götürüldüğü zaman, hasat zamanı, Dionysos'un bayramı da yapılırdı.
Ama Dionysos da, Demeter de her zaman birer sevinç tanrısı değillerdi. Sevinç kadar acıyı da yakından tanırdı onlar. Bu bakımdan öteki ölümsüzlere benzemezlerdi. "Rüzgarın hiç esmediği, yağmurun, beyaz kar yıldızlarının hiç düşmediği Olympos'da mutluluk içinde yaşarlar; Apollon'un gümüş lirini, Musaların cevap veren tatlı seslerini dinlerler. Kharitlerin Hebe'yle, Aphrodite'le dans edişine bakarlar. Bir ışıltı kaplar hepsini." Ama yeryüzünde yaşayan iki tanrı, yürek parçalayan acını ne olduğunu pek iyi bilirdi.
Buğdaylar, altın üzümler toplandıktan sonra ne olur? Görünürde başaklar, asmalar kalmayınca ne olur? Tarlaların yeşilliğinin yerini kara kırağı alınca ne olur? İnsanlar, kendi kendilerine bu soruları sorarlardı işte. Günler, geceler, mevsimler geçer, yıldızlar döner, bu olay hep tekrarlanırdı. Demeter ile Dionysos hasat günlerinin mutlu tanrılarıydılar, ama ya kışın ne yaparlardı? Kışın acı çekerdi onlar, toprak da üzüntülere gömülürdü.